Barselona Limanı (Port Vell) ve La Boqueria
Barselona’daki 4. Günüm
Barselona’daki 4. günümü oradan oraya müzelere koşturmadan, şehrin tadını çıkartarak geçirmeye karar veriyorum. Bence Barselona’nın en pahalı olayı müzeler…
Bir şeyler atıştırıp, şehrin kalbi La Rambla’ya yürüyerek çıkıyorum. İlk durak, Barselona’nın tarihi ve gözde pazarı La Boqueria…
La Boqueria
Barselona’nın en önemli pazarıdır. Hal böyle olunca içeri girmek de gündüz saatlerinde biraz zor oluyor. Ne kadar biz adına pazar desek de, bu pazar yeri Pazar günleri kapalı oluyor.
Bu pazara kaynaklarda ilk kez 1217 yılında değinilmiştir.
Pazarın resmi adı Mercat de la Boqueria’dır. Eskiden üstü açık olan bu pazar yerinin, 1914 yılında üstü kapatılmıştır. Üzeri kapatılınca, demir girişi de renkli camlarla süslenmiş. Pazarın içinde 200’den fazla satış yeri bulunmaktadır.
Bu tezgâhlarda meyve, sebze, balık ve et satılmaktadır. Ayrıca içeride her türlü meyve ve sebzeden elde edilen çeşit çeşit taze meyve suları da bulunmaktadır.
Burada taze atıştırmalıklar ve tapaslar da bulabilirsiniz. Akdeniz yeme ve içme kültürüne ait her şeyi burada bulmanız mümkün. Ben çeşit çeşit meyve suyu arasından tercihimi, mango ve Hindistan cevizinden yana kullanıyorum. Fiyatı 2 Euro.
Barselona Limanı (Port Vell)
Biraz La Rambla’da vakit geçirdikten sonra limana doğru yürüyorum. Yaklaşık 15- 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra kendimi Barselona Limanı’nda buluyorum. La Rambla’dan denize doğru giderken Kolomb Heykeli’ne de rastlıyorsunuz. 60 m yüksekliğindeki bu heykelin mimarı Galata Burgos. Heykel neden buraya inşa edilmiş diye soracak olursanız, cevabı şöyle: Kristof Kolomb’un Amerika’ya ilk yolculuğunda yanında 12 yerli adam ile geldiği noktalardan bir tanesi burası olduğu için heykeli dikilmiş.
Bir şehrin önemli kişilerinin ve heykellerinin fotoğrafı çekilmeden, mümkünse oradan ayrılınmaması taraftarıyım. Heykelin fotoğrafını çekiyorum. Güneş biraz yoğun olduğu için tam olarak istediğim gibi bir fotoğraf yakalayamasam da, hiç yoktan iyidir deyip geçiyorum. 🙂
Heykeli arkanıza alıp Colon Caddesi’nden marina boyunca yürüyünce ise Barceloneta Plajı’na ulaşırsınız. Plaj oldukça rağbet gören bir yer. Ben Kasım ayında montla gittiğim için denize girmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim elbette… 🙂 Denize girmeyenler için iyi bir alternatif, bisikletle sahilde turlamak… 😉
Liman gerçekten huzurlu bir yer. Limanın üzerindeki köprüde fotoğraf çektirmek, liman gezisinin olmazsa olmazlarından…
Yalnız seyahat eden ben, 3. günümde fotoğraf çektirme işine şöyle bir çözüm buldum. Limanda birlikte fotoğraf çekilmeye çalışan iki kız arkadaş vardı. Bu konuda zorlandıkları belliydi. Ben de onlara: “İsterseniz, sizi birlikte çekebilirim.” dedim. Kabul ettiler. Sonra ben de onlardan, benim fotoğrafımı çekmelerini rica ettim. Oldu bize, fotoğraf kardeşliği… 🙂
Deniz kenarında biraz oturup, biraz tepemizden geçen teleferiği izledikten sonra köprünün sonuna doğru, bir alışveriş merkezi görüyorum. Daha önce de dediğim gibi o gün, şehirde yaşayan bir Katalan gibi bir günümü geçirmeye niyetim olduğu için girip, bir alışveriş yapayım diyorum. İçeri giriyorum ve şöyle bir bakınıyorum. İstikamet önce Mango sonra Zara ve HM oluyor. Bir bayan için kesinlikle mükemmel üçlü ya da kutsal üçlü sayılabilecek, üç mağaza bir arada 😉
HM’de, askıda çok güzel kırmızı bir dantel elbise görüyorum. Siyah ve kırmızı renklerini deniyorum. Askıda beğendiğim renk kırmızı iken üzerimde beğendiğim renk siyah oluyor. Siyah elbiseyi alıp çıkıyorum. O gün gerçekten de uzun zamandır orada yaşıyormuşum gibi rahat ve daha aşina hissediyorum kendimi…
Limanda yapabileceğim her şeyi yaptıktan sonra yine La Rambla’ya doğru yürüyorum. Bir yorgunluk kahvesi içip otele dönüyorum.
Otelde biraz dinlendikten sonra akşam tapas yemeye çıkıyorum. Yemek sonrasında kahvemi yine Placa Reial’da alıyorum.
Vee gece saat 00.00’ı geçince, 17 Kasım’ı 18 Kasım’a bağlayan gece benim doğum günüm! Gideyim bir yerlerde müzik dinleyeyim diye bakınırken siyahi bir arkadaş çıkıyor karşıma bana: “Rus musun diyor?” Tabii, adam simsiyah olunca ona Rus kadar beyaz geldim galiba diye düşünüyorum. 🙂 “Ne alaka, ben Türk’üm.” diyorum.
Müzikli mekanları olduğunu söylüyor. Hani Alanya’da, Antalya’da kapı önünde turistleri mekana girmeye ikna eden çalışanlar var ya, onların meslektaşlarından bu da… 🙂 Müzik, nerelisin filan derken sohbet başlamış oluyor. Peki, gideyim diyorum mekana… Yakındaki yere o da geliyor. İçeride canlı müzik de var. Yalnız mı geldin gezmeye mi filan diye konuşurken, bugün doğum günüm olduğunu söylüyorum. Bu Brezilyalı arkadaş kısa bir süre kayboluyor ortadan. Bir bakıyorum 10 dakika sonra gitar çalan arkadaş: “Bugün doğum günü olan bir arkadaş varmış. Ona bir şarkı hediye edelim.” diyor sahnede. Çoğu İngiliz ve Alman görünümlü turistten bana bir alkış geliyor. Gitar çalan çocuk, bana ne istersin diye soruyor şarkı olarak. Ben de “Latin olsun” diyorum. Bana “Tengo” şarkısını çalıyor 🙂 Keyfim yerine geliyor.
İlk kez gittiğim ülkede, daha önce gitmediğim bir şehirde, hiç tanımadığım insanlarla, plansız ve organizasyonsuz şekilde doğum günümü kutluyorum. İşte yolun ve yolculuğun plansız hikayeleri…
İçeriden bilgileri alıyorum. Oradan tekrar meydana gidiyorum ve kalabalığa karışıp dans edilecek bir mekana gidiyorum. Neresiydi diye sormayın. Tabelalara bakmadım, adını öğrenmeye de fırsatım olmadı. Tabelalara bakmadan sadece kalabalığa karıştım. Bir otobüse bindik ve gittik. Biraz dans ettikten sonra taksiyle otele geri döndüm. Değişik bir doğum günü olarak, anılarımda yerini aldı o gün… 🙂
Ertesi gün öğlen dönüş vakti…
Figen Karaaslan © Seyyahça Temmuz 2015