Gomidas Tiyatro Oyununun Bende Bıraktığı İzler
Bugün size gerçek bir hikaye olan gittiğim bir tiyatro oyunundan bahsetmek istiyorum.
3 Nisan Pazar günü Surp Vortvots Vrodman Kilisesi (Gök Gürlemesinin Oğulları) Patrik Mesrop Mutafyan Kültür Merkezi’nde ‘Gomidas’ tiyatro oyununa gittim.
Gerçek adı Soğomon Kevork Soğomonyan olan Gomidas, Osmanlı döneminde Türkiye’de doğmuş Anadolu ve dünya kültürüne önemli izler bırakmış müzikolog, besteci ve koro şefi olan Ermeni bir Rahip.
Tiyatro oyunun bende bıraktığı hisleri ve düşünceleri sizinle paylaşmak istiyorum. Çünkü inanıyorum ki, önemli insanlar hikayeleri anlatıldıkça ölümsüzleşir ve dillerde yaşamaya devam eder.
Oyun, Gomidas’ın çocukluğunu da içeriyor. Gomidas oldukça hayalperest, büyüse de çocuk ruhlu, heyecanlı, coşkulu ve büyük ihtimalle gönül gözü açık biri. Bebekken annesini ve çocuk yaşta babasını kaybediyor. Anne- baba ilgisinden ve desteğinden çok küçük yaşta mahrum kalıyor. Annesinin ölümünden sonra babasının da ölümüyle, hem babasından hem de yuvasından oluyor. Küçük yaşlarda, çok büyük kayıplar yaşıyor. Küçük yüreğinde, taşıyabileceğinden çok fazla üzüntü ve kayıpla karşı karşıya kalıyor. Daha çocukluğunu yaşayamadan, ölümle tanışıp bu acılarla yüzleşip büyümesi gerekiyor. Gomidas’ın babasının ölümünden sonra amcası onu himayesine alıyor. Ancak Soğomon, amca evinde de aradığı ve ihtiyacı olan sevgiyi ve desteği bulamıyor. Babasının kaybı ve Soğomon’un yuvasından ayrılmasıyla Soğomon’da, ne fiziksel ne de ruhsal olarak yuvanın bir karşılığı bulunmuyor. Çoğunlukla sokaklarda yatıyor. Amcası da bir süre sonra maddi ve manevi olarak artık ona bakamayacağını söyleyip, Soğomon’u yatılı olarak kiliseye vermek istiyor. Soğomon ailesiyle olan son bağı da kesmek istemiyor. Çok ağlıyor ve amcasına ‘beni verme’ diye yalvarıyor ancak sonuç değişmiyor.
Soğomon, içindeki üzüntüyü, acıları, içinde kopan fırtınaları ve dışarı çıkaramadığı çığlıkları şarkı söyleyerek atmaya çalışıyor. Yüreğindeki sevgisizlik ve kimsesizlikle şarkılara sığınıyor. Belki biraz da çocuk yaşta yaşadığı acıların da etkisiyle, sesinin güzelliği anlaşılıyor. Soğomon, kilisede şarkılar söylüyor. Yüreğindeki acıyı, anlatamadıklarını, anlaşılamamanın verdiği yalnızlığı, kimsesizliği ve yuvasızlığı söylediği şarkılarla aşmaya çalışıyor.
Bir süre sonra kilise onu, Ermanistan’daki bir kiliseye gönderiyor. Soğomon doğduğu topraklardan, çocukluk anılarından koparılarak yaşadığı her şeyi geride bırakarak yine gitmek zorunda kalıyor. Burada başlarda anlamadığı Ermenice’yi öğreniyor ve kendini iyice müziğe veriyor. Soğomon kilise hayatında, dini olarak Gomidas adını alıyor. Bu süreçte Ermeni Kilisesi’nde ona destek olan rahibi de kısa süre içinde kaybedince, Gomidas ikinci kez babasını kaybetmiş gibi bir acı hissediyor ve bitmeyen kayıplarına bir yenisi daha eklenmiş oluyor.
Ermenistan’ın dağında, taşında, tarlalarında insanların anılarını, hikayelerini ve şarkılarını dinliyor. Bu anıların kiminde kendisini buluyor. Bu kadar kayıp yaşadıktan sonra artık onu hayata bağlayan ve ona var olduğunu hissettiren tek şey müzik oluyor. Doğduğu topraklardan ve anılarından uzakta, kayıplardan kalan boşlukta başkalarının hikayelerine ve anılarına tutunuyor. Daha sonra Gomidas’ı, Ermenistan’ı temsil etsin ve müzik bilgisini geliştirsin diye kilise Berlin’e gönderiyor. Gomidas, Berlin’de kilise baskısından uzakta müzik yapabiliyor çünkü Ermeni Kilisesi’nde diğer rahipler, onun aşk besteleri yapmasından dine aykırı buldukları için hoşlanmıyor.
Yüreğine iyi gelen, hiç tatmadığı sevgiyi başkalarının hikayelerine kendini koyarak yaşayan Gomidas, ‘sesinin duyulduğu yer, deniz kıyısı olan…’ kişi olarak tanınmaya başlıyor. Kilise onu tekrar çağırıyor ve dönmek zorunda kalıyor. Ermeni Kilisesi’ne dönen Gomidas, orada dağlarda, tarlalarda duyduğu şarkıları dinlerken, ‘hikayeleri gördüm, her hikayede beni buldum. Kendimin okulu oldum, duyduğum her ezgide. Her ağacın bir adı varmış, her insanın bir şarkısı…’ diyor. Ben de hikayeleri çok seven biri olarak Gomidas’ın hikayesinde, zaman zaman kendimi buldum. Anlaşılamadığımı hissettiğim, destek bulamadığım zamanlarda, yuvasız hissettiğim dönemleri düşündüm. Ben de küçükken şiirler yazan bunları sevdiklerime yakınlarıma verirken, önemsenmeyen şiirlerin küçük şairi olarak içimdeki heveslerin, soyut düşüncelerin, içimdeki çocuksu yanın bu zalim ve maddesel dünyada saflık olarak görülmesine tanık oldum. Hassas kalpleri güçsüz gören dünyada belki de çoğunluk tarafından anlaşılabilmek ve dışlanmamak için heveslerimi öldürüp, içimdeki çocuğu üzüp erkenden büyümek zorunda kaldım.
Gomidas tekrar gitmek istiyor ve Paris’e gidiyor. Gomidas, uzun bir aradan sonra ilk kez kendini yuvada gibi hissediyor. Paris’te kalmak istiyor. Orada kalmak ve Ermenistan’a dönmemek için çok uğraşıyor ama ne yazık ki yine yüreğindeki ‘yuvasından’ olarak Ermenistan’a gidiyor. Aslında yine bir kayıp yaşıyor. Döndükten sonra burada iyice yalnızlığa gömülüyor. Aradından İstanbul’a gidiyor. Bir süre sonra Osmanlı’da diğer Ermeni aydınlarla birlikte sonu belli olmayan bir sürgüne gidiyor. Çoğu kişinin gidip de dönmediği bu sürgün yolculuğundan dönebilen 3-5 kişiden biri oluyor Gomidas. Sürgünde yine birçok kişinin kayıplarını görmek ve yaşamak zorunda kalıyor ne yazık ki. Bu noktadan sonra Gomidas için her şey daha da kötüleşiyor. Tiyatro oyununda yakın arkadaşı Piyer’in çocukken ona bakması için bıraktığı hayali koyun olan Piyer’in koyunu yine ortaya çıkıyor. Artık gerçek ve hayal dünyası birbirine karışmaya başlıyor. Gomidas’ın ruhu artık bu kadar acıyla baş edemiyor ve ona sık sık oyunlar oynuyor. Sürgünden kurtulduktan sonra yıllarını verdiği adeta hayatını adadığı tek şey olan piyanosunun kırıldığını ve eserlerinin yok edildiğini görünce artık acılarıyla baş edemediği gerçek dünya ile bağı tamamen kopuyor. İstanbul’da hastaneye yatsa da daha iyiye gitmiyor. İyileşemeyeceği anlaşılınca, kalmak için çok uğraştığı Paris’te bir akıl hastanesine gönderiyorlar. Burada hayatının son 18 yılını sessizliğe gömülerek geçiriyor. Ve Paris’te yaşamı son buluyor.
Tiyatro Oyununun Detayları
Tiyatro oyununun detaylarını linkte bulabilirsiniz.
Yazımı, ‘Seyyahça Notlar’ ile bitirmek istiyorum.
Bir yere bağlı hissetmeyen bulunduğu yeri yuva hissetmeyenler en çok yollara düşenler değil miydi? Çünkü yuva bir yer değil bir histi. Bazı Seyyahlar, yüreğindeki yuvayı bulma umuduyla biraz da yollara düşerdi. Çünkü doğduğun veya yaşadığın yer, her zaman yuva gibi hissettirmezdi.
Figen Karaaslan-Seyyahça