Dünyanın 8. Harikası Ayasofya
Ayasofya’ya adını vermiş olan “Sofya” kelimesi kimsenin adı olmayıp, eski Yunanca’da “bilgelik” anlamındaki sophos sözcüğünden gelir. Dolayısıyla “Aya Sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da “ilahî bilgelik” anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır.
Dünyanın 8. harikası olarak gösterilen muhteşem bir yapıttır. İstanbul’da yapılmış en büyük Bizans Kilisesi olup, aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. 15 yüzyıl boyunca ayakta duran bu yapı, sanat tarihi ve mimarlık dünyasının başyapıtları arasında yer alır. Büyük kubbesiyle, Bizans mimarisinin bir simgesi olmuştur.
Kilisenin adındaki “Sofya” kelimesi kimsenin adı olmayıp, eski Yunanca’da “bilgelik” anlamındaki sophos sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla “Aya Sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da “ilahî bilgelik” anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır.
Küçük ölçülerdeki ahşap çatılı ilk yapı 4. yüzyılın ikinci yarısında Büyük Konstantin’in oğlu, Konstantinus zamanında yapılmıştır. 404 yılında bir isyan sırasında yanan ilk yapının yerine; daha büyük ölçülerde inşa edilen 2. Kilise, 415 yılında törenle açılmıştır.
532 yılında Hipodromda yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan kanlı isyan on binlerce şehirlinin ölümüne ve pek çok binanın yakılmasına sebep olmuştur. “Nika” isyanı olarak bilinen ve İmparator Justinyen aleyhine gelişen bu isyanda Ayasofya Kilisesi de yakılmıştır. İsyanı güçlükle bastıran İmparator Justinyen, eşi benzeri görülmemiş bir ibadet merkezi yaptırmaya karar verir. Önceki bazilikanın kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan Hıristiyanlık âleminin bu en görkemli kilisesi, beş yılda tamamlanarak 537’de törenlerle açılmıştır.
Hiçbir masraftan kaçınılmayan bu kilisenin yapımında; Rahiplerin koruyucu duaları eşliğinde, İmparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirtilen çok sayıda değişik mermer parçaları ve sütunları kullanılmıştır.
Ayasofya 6 yy. Bizans eseri olmakla birlikte, sonraki devirlerde de taklit edilmeyen Roma mimari geleneğine bağlı bir eserdir. Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe, Roma’nın mirasıdır. Ayasofya’nın iç kısmı bir saray kadar gösterişli ve freskleriyle bir o kadar zengindir.
Bizans döneminde Konstantinopolis Patriği’nin Patrik Kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nin merkezi olan Ayasofya, vaktiyle büyük bir “kutsal emanetler” koleksiyonunu içermekteydi.
1453 yılında İstanbul’un Türkler tarafından alınmasından sonra Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür. Kilise, camiye dönüştürüldükten sonra Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in kararıyla mozaiklerinden insan figürleri içerenler yalnızca ince bir sıvayla kaplanmıştır. Yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler, bu sayede doğal ve yapay tahribattan korunabilmiştir.
Ayasofya Kilisesi, 1935 yılından beri müze olarak hizmet görmektedir. Yerli ve yabancı birçok turist tarafından ziyaret edilmektedir.
Ayasofya Kilisesi’nin Mimarisi
Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir eser olarak kabul edilir.
Ayasofya, her şeyden önce boyutu ve mimarisiyle önem taşır. Yapıldığı dönemin dünyasında hiçbir bazilika planlı yapı Ayasofya’nın kubbesinin boyutundaki bir kubbe ile örtülebilmiş ve böylesine büyük bir iç mekâna sahip değildir. Ayasofya’nın kubbesi Roma’daki Panteon’un kubbesinden küçük olmakla birlikte Ayasofya’da uygulanan yarım kubbe, kemer ve tonozlardan oluşan karmaşık ve sofistike sistem, kubbenin çok daha geniş bir mekânı örtebilmesini sağlayarak kubbeyi daha etkileyici kılmaktadır.
Taşıyıcı olarak beden duvarlarına oturtulmuş önceki yapıların kubbeleriyle kıyaslandığında; sadece dört payeye oturtulmuş bu denli büyük bir kubbe, mimarlık tarihinde gerek teknik, gerekse estetik bakımdan bir devrim sayılmaktadır.
Orta nefin yarısını örten ana (merkezî) kubbe, doğu ve batısına eklenen yarım kubbelerle çok geniş bir dikdörtgen biçimli iç mekân yaratacak şekilde öylesine genişletilmiştir ki; zeminden bakıldığında, gökyüzüne asılı gibi duran, tüm iç mekâna hâkim bir kubbe olarak algılanır.
İnşa sırasında duvarlarda tuğladan ziyade harç kullanılmıştır. Kubbe, yapı üzerine kondurulduğunda kubbenin ağırlığı; alt kısmı nemli kalmış harçla oluşturulan duvarların, dışa doğru bükülmesine yol açmıştır.
558 depremi sonrasında yapılan ana kubbenin, yeniden yapımı sırasında genç İsidorus, kubbeyi taşıyabilmeleri için önce duvarları yeniden dikleştirmiştir. Bütün bu hassas çalışmalara rağmen kubbenin ağırlığı yüzyıllarca bir problem olmaya devam etmiştir. Kubbenin ağırlık baskısı, binayı bir çiçeğin açılması gibi dört yanından dışa doğru açılmaya zorlamıştır. Bu problem, binaya dışarıdan istinat unsurlarının eklenmesiyle çözülmüştür.
Figen Karaaslan Seyyahça © Temmuz 2013